Barış Atay serbest

Polisin Cuma günü düzenlediği operasyonda "Redhack üyesi ve sözcüsü" olduğu iddiasıyla gözaltına alınan Barış Atay serbest bırakıldı.

Devletten bilgisyaraları takip için bahane

Sermaye hükümeti AKP’nin yasalaştırmaya hazırlandığı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu ile tüm bilgisayarların denetime alınması amaçlanıyor.

İstanbul Kadın Dayanışması Kadıköy’de eylem yaptı

İstanbul Kadın Dayanışması’nın çağrısıyla, 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü “Kadın Düşmanlığına, Şiddete, AKP’ye Meydan Okuyoruz” pankartıyla Kadıköy Altıyol’da toplanan kadınlar Beşiktaş İskelesi’ne yürüdü.

İşte Emniyet'in 112 günlük Gezi Direnişi verileri

Emniyet birimlerinin Gezi Direnişi'ne ilişkin yaptığı çalışmalar bugün basına yansıdı. Emniyet verilerine göre 112 günde Gezi merkezli 5 bin 532 eylem gerçekleşirken, eylemlere katılan ve gözaltına alınan yurttaşlara ilişkin de fişleme çalışmaları yapıldığı anlaşıldı

İşçilere kalkan eller kırılsın

Salıdırıya uğrayan ve haklarına aramak için sokaklara çıkan İnşaat İşçileri Sendikası Girişimi İstanbul Unkapanı'ndaydı Ücretlerinin

1 Aralık 2013 Pazar

REDHACK SÖZCÜSÜ: YÜZÜMÜZE HASRET ÖLECEKLER

RedHack Sözcüsü'nün "Daha önce olağan üzeri bir gelişme olmadığı takdirde televizyon ve radyo yayınlarına katılmayacağımızı açıklamıştık, seri şekilde saçmalama kapasitesi yüksek bir yargı sistemiyle karşı karşıyayız, bunun yüzünden konuşmak zorundayız" hatırlatmasıyla başladığı Hayat TV'deki dün gece yarısı yaptığı konuşmasından bazı satır başları şöyle:

-Şu günlerde devrimcilerin çok sevdiği bir yoldaşımızı daha tutsak etmiş vaziyetteler... Bu durumlarda konuşmayacaksak ne zaman konuşacağız?

-Hackerdan çok sıvacıyım ben.

-Barış Atay, RedHack sözcüsü diyebilecekleri aklımıza gelmemişti.

- Tüm devrimcilerin sesi, tüm zulme uğrayanların sesi, tavrı, tutumu birbirine benzer elbette...

-Sivas'ı savunanlardan 8 tane avukat AKP milletvekili yapıldı. Bunları unutmayın dostlar. Bunlar unutuldukça çoğalır.

-Egemen Bağış, Kutlu Doğum Haftası kutlanırken Londra Hilton'daki minibar harcamalarını yayınladık diye mi şikayetçi bizden?

-"Camide içki içenlerin videoları var" dediler, 25 cuma geçti hala video filan yok.

-Domuz eti yemekten korktuğunuz kadar kul hakkı yemekten korksaydınız, bu ülke hala yaşanır bir yer olmaya devam edecekti.

-Adaletin görevi insanlara suç isnat etmek değildir.

- Taylan Kuyaçoğlu'na sorguda yönelttikleri soruya bir bakın; Maoist olduğunu düşünüyoruz, Maoist olduğun için mi ailenin Çin restaurantı var?

"MANYAK" KİM
-"Manyak" isminin sadece bir "nick" olduğunu hatırlatan sözcü, hükümete yakınlığı ile bilinen bazı işadamları ile ilgili iddiaları da dillendirdi.

-“Hatay Armutlu'nun en ücra köşesinde bir kahvede düet için bekliyorum” diyen sözcü gündeme dair birçok konuya da cevap verdi.


İşte o açıklama:

27 Kasım 2013 Çarşamba

DERSHANELER ÇARPIK EĞİTİMİN SONUCUDUR

Dershaneler çarpık eğitim sisteminin sonucudur
Eğitimle ilgili sorunlar üstüne kafa yoran Kürşat Bumin ile son günlerde farklı boyutlarıyla gündeme gelen ‘dershaneler sorunu’nu konuştuk. Elbette dershaneleri konuşurken konu AK Parti-Gülen Cemaati arasındaki mücadeleye de geldi. Kısa süre önce Yeni Şafak’taki köşesinde yazdığı yazılara son verilen Bumin ile Türkiye’de medyanın geldiği son durumu da konuştuk.

‘Batı’da Devlet ve Çocuk’, ‘Okulumuz, Resmi İdeolojimiz ve Politikaya Övgü’ gibi kitapları olan, eğitimle ilgili sorunlar üstüne kafa yoran Kürşat Bumin ile son günlerde farklı boyutlarıyla gündeme gelen ‘dershaneler sorunu’nu konuştuk. Elbette dershaneleri konuşurken konu AK Parti-Gülen Cemaati arasındaki mücadeleye de geldi. Kısa süre önce Yeni Şafak’taki köşesinde yazdığı yazılara son verilen Bumin ile Türkiye’de medyanın geldiği son durumu da konuştuk.

Dershaneler günümüzde Türkiye’de geçerli olan eğitim sistemi içinde nasıl bir yere sahip?

Dershaneler, az sayıdaki kaliteli ortaöğretim kurumuna ya da az sayıdaki kaliteli üniversiteye öğrencilerin girebilmesi için geliştirilmiş bir sistem. Dershaneleri bu kadar önemli kılan, eğitim sisteminin temel mantığını oluşturan çoktan seçmeli soru ve eleme sistemi. Bu sistemle öğrencinin bilgisini ölçme işi, ‘aklı olmayan optik okuyucu’ya bırakılmış oluyor. Kaliteli okul sayısı artmaksızın, okula giden öğrenci sayısı arttıkça, dershaneler yıllar içinde daha da önem kazandı. İstihdam artışı da sağlanamayınca, eğitim sorunu iyice büyüdü ve bu arada dershanelerin önemi daha da arttı. Meslek lisesi olgusu Türkiye’de gelişmediği için; üretimin ve eğitimin birlikteliği denilen şeyin bu ülkede bir türlü oturtulamaması nedeniyle, bu böyle oldu. Türkiye’de eğitim reformu adına gösterilen bütün çabalar, meslek liselerinden kaçma yolları üzerine kuruludur.

Çoktan seçmeli denen test sistemiyle bilgi ölçmek ne derece mümkün?

Aslında bu sistemle bilgi ölçmek mümkün değil. Başka sistemlerde insanlar okumaya ve yazmaya teşvik ediliyor. Örneğin, Fransa’da geçerli olan bakalorya sistemi öğrencinin okuma ve yazma kapasitesini ortaya çıkartmaya yöneliktir. Öğrenci bildiğini yazacak, yazmayı da bilecek. Çoktan seçmeli sistemde ise bu yok. Bu sistem, toptan kaldırılmadığı sürece eğitimde ciddi bir reform olamaz. Çoktan seçmeli sistem geçerli olduğu sürece dershaneleri ortadan kaldırmanız da mümkün değil. Milli Eğitim Bakanlığı da bunu değiştirmek istediğini söylüyor.

Sistem değişirse, dershaneler kendini yeni sisteme adapte edemezler mi?

Hayır edemezler, çünkü dershane bilgiden çok kurnazlık öğretiyor. Kısa yoldan öğretme diye bir olgu var. Mesela Fransa’da bir olayla karşılaştım. Bir matematik hocası, Türkiye’den gelen öğrencilerin matematik sorularını diğer öğrencilerden çok daha kısa sürede çözdüklerini görüp şaşırmış. Onlara nasıl çözdüklerini kendisine anlatmalarını istediğinde de, bu öğrencilerin aslında çözüme nasıl gidildiğini bilmediklerini, sadece problemi kısa yoldan çözmeyi bildiklerini görmüş. Türkçe, edebiyat, tarih gibi alanlarda sistem iyice saçma bir hal alıyor. Mesela bir edebiyat sorusu hatırlıyorum. Soru şöyle; Aşağıdaki cümle hangi yazara ait olabilir? Şıklar ise Balzac, Dostoyevski, Çehov şeklinde sıralanmış. Hayatında Balzac, Dostoyevski ya da Çehov okumamış bir öğrencinin bu soruyu yanıtlaması çok saçma. Öte yandan, bu tür soruları nasıl cevaplayacağınızı size ancak dershanelerde öğretebilirler. Çünkü sadece dershanelerde bu tür soruları cevaplamaya yönelik bir öğretim sistemi var. Soru alanları da çok tartışmalı. Mesela SBS’ye girecek adayları bekleyen soru alanlarından biri Atatürkçülük. İnkilap Tarihi de değil; Atatürkçülük. Bir de din ve ahlak bilgisi soruları var. Mesela Hac sırasında yapılması gerekenler soruluyor. Bu soruların cevaplarının öğretildiği bir ders, kredili bir ders olamaz. Ancak ‘hizmet dersi’ olabilir ve isteyenler girer. Bu derslere, Batı’da ‘hizmet dersi’ denir ve kiliseler verir.

Sistem değişmeden dershaneler kapatılırsa bunun sonucu ne olur?

Sistem değişmeden kapatılırlarsa, dershaneler kayıtdışı biçimde varlığını sürdürür. Merdiven altı dershane kavramı da zaten buradan çıktı. Mevcut sistem sürerken dershanelerin kapatılmasına karşı çıkanlar, bu noktada haklı.

Dershanelerin fırsat eşitliği sağladığına katılıyor musunuz?

Milli Eğitim Bakanlığı’nın istatistikleri bunun doğru olmadığını söylüyor. Gelir dağılımının düşük olduğu illerde, sınavlarda başarı oranı da düşük. Dershaneler arasında da kalite farkı var. Rekabet o kadar büyük ki, artık dershaneye gitmek yetmiyor. Bir de özel ders alınıyor.

Dershaneler tartışması dini cemaatlerle de yakından ilişkili. Bu sadece Türkiye’de mi böyle?

Eğitim aslında son derece politik bir şey. Fransız Devrimi de kendi okulunu yapmaya çalışmıştı. Türkiye’de dershanelerin bu kadar yaygınlaşmasına neden olan motivasyon ise ‘yeni nesil’ yetiştirmek. Bunun üstünde düşünülmesi lazım.

Bu, demokratik sistemde kabul edilebilir mi?

Demokratik bir sistemde, belli grupların bunun için çalışmaya hakkı olabilir elbette ama başkalarının da bunu eleştirme hakkı olmalı.

Mart 2014’teki seçimlere bu kadar az kalmışken, AK Parti’nin dershaneler konusunu gündeme taşımasının anlamı ne?

Bence bu sorunun yanıtı Başbakan’ın her şeye meydan okuyan tavrında gizli. Başbakan Erdoğan’ın Gezi protestolarında başlayan hiddeti, kendi seçmeninde de kabul gördü. Ardından gelen öğrenci evleriyle ilgili çıkışı ve partinin ağır topu Bülent Arınç’a gösterdiği tavır da bu sürecin uzantıları. Maalesef bu, ‘ben bilirimci’ otoriter yaklaşım, seçmen nezdinde de prim yapıyor. Ayrıca sanıyorum Başbakan, Cemaat’in tabanının kendisine oy vereceğinden emin. Cemaat’in oy potansiyelinin sanıldığı kadar yüksek olmadığı da sık sık vurgulanıyor.

Dershanelerle ilgili tartışmaların basında ele alınma biçimini nasıl buluyorsunuz?

Zaman gazetesinin Talim Terbiye Kurulu’nun lağvedilmesine şiddetle karşı çıkması çok ilginç. 1930’larda kurulan bu kurul eğitim sistemindeki pek çok sorunun da nedeni. Bu kurulun bir tür danışma kuruluna dönüştürülmesi çok doğru. Herkesin şikâyetçi olduğu müfredatın sorumlusu olan bir kurulu Zaman gazetesi ısrarla savunuyorsa bu kurulda kendilerine yakın kişilerin çoğunluğa geçmiş olmalarından ötürüdür. Hem eğitim sistemine karşı çıkacaksın hem de Talim Terbiye’nin mevcut haliyle devamından yana olacaksın. Bu ciddi bir tutum değil.

Medyayı ve medyadaki gelişmeleri de yıllardır yakından takip ediyor ve yazıyorsunuz? Son yıllarda medyanın geldiği durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bazıları ‘medya hiç bu kadar kötü olmamıştı’ diyor ama bence medya ifade özgürlüğü açısından her zaman kötüydü. Bugün de daha kötü değil. Medya kendi varlık nedeninin ifade özgürlüğü olduğunu yok saydığı ya da unuttuğu için bu durumda. Günümüzün farkı ise medya üstünde artık bir tiraj baskısının olmaması. Günümüzde Başbakan’ın gazeteyi beğenmesi ve kendilerine tepki göstermemesi asıl hedef haline geldi. Medya için satış kaygısı, toplumdan destek bulma arayışı anlamına gelir. Bu ortadan kalkarsa kalite de ortadan kalkar. Günümüzdeki durum da budur.


Kaynak : AGOS 

KOLEKTİF ÇALIŞMA DEVRİMCİ ÇALIŞMANIN CAN DAMARIDIR

Devrimci çalışma da, kolektif çalışma özel bir önem taşır. Kolektif çalışma kuralları içinde gelişmeyen, onun denetimi içinde olmayan birey, aydın bireyciliği ve küçük burjuva anarşizminin bozucu etkilerinden kurtulamaz. Bize sadece inisiyatifli bireyler değil, aynı zamanda kolektif çalışmayı geliştirici ve onunla. uyumlu birey gereklidir.

Gücünü kolektif çalışmadan alan komünist birey, bu tür yabancı etkilerden daha çok arınacaktır. Ve böylece daha güçlü olacaktır. Komünist partinin çalışma tarzı kolektivizm üzerinde yükselir.

Kolektif çalışma, partinin bütün organlarına nüfuz etmelidir.  Kolektif çalışma tarzımızın sınıfsal temeli işçi sınıfıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır. İşçi sınıfı kapitalizm koşulları altında üretimi toplumsal olarak yapar. Kapitalizm alabildiğince bireyciliği ve yabancılaşmayı yaratmasına, açlık korkusu altında işçi sınıfını çalışmaya ve boyun eğmeye zorlamasına rağmen, işçi sınıfı kolektif çalışmaya en yatkın sınıftır.

Sınıf dayanışması ve bilinci en gelişkin sınıftır. O tüm gücünü sınıf birliği ve dayanışmasından, üretimdeki toplumsal gücünden alır. Her ciddi sınıf çatışmasında, kaçınılmaz olarak bu gücünü harekete geçirir. İşçi, birey olarak bir hiçtir. Hiçbir gücü yoktur. Örgütleri aracılığıyla, kolektif gücünü harekete geçirdiğinde birey olarak da gücünü hisseder.

Bu nedenle işçi sınıfı sınıf olarak kolektif organ disiplinine uymaya yatkındır. Komünist partinin disiplin normu bu nesnel gerçeğin bilimsel olarak formüle edilmesi üzerinde yükselir. Diğer sınıf ve katmanlarından gelen partinin üye ve adayları bu bilinçle eğitilir ya da bu bilinçle örgütlenir.

Elbette komünist parti üyelerini ve organlarını birbirine bağlayan, fabrikadaki üretim bantı değildir. Her organ ve parti üyesi parti bütünü, içinde bir yerde durur. Bizi birbirine bağlayan bu kolektif irademizi ayakta, tutan bilimsel sosyalizmin teorisi olan Marksizm-Leninizm, programımız, temel taktiklerimiz ve örgütsel şekillenmemizin ifadesi olan tüzüğümüzdür. Esası bilinç ve gönüllülüktür. Kaynağını işçi sınıfının nesnel durumundan alır. Ama. onun bilimsel bir ifadesidir. Burjuva teorisyenleri, sosyalizmin bireyi kolektivizm içinde boğduğunu ve öldürdüğünü, oysa insan toplumlarının gelişiminin dinamiğini bireysel gelişme ve rekabet olduğunu savunurlar. Kolektif iradeye, bireysel iradenin sürekli çelişki arz ettiğini iddia eder.

Sosyalizmi " despotlukla suçlayanlar,  kolektivizme karşı burjuva bireyciliğini, dayanışmaya karşı rekabeti, ortak toplumsal çıkarlara karşı tek başına kurtuluşu, altta kalanın canının çıkmasını ve kadercililiği çıkarır, kışkırtır ve yayarlar. Kolayca anlaşılacağı üzere, burjuvazinin bütün bu ideolojik saldırıları, onun toplumu egemenliği altında tutma çıkarlarına uygundur; onun bir tamamlayanıdır. Her zaman, birey iradesinin kolektif iradeyle çeliştiği, bir burjuva yalanıdır. Her birey bir sınıfın mensubudur. Genel olarak işçi sınıfının, tek tek bireylerin çıkarları, toplumsal çıkarlar ile uyumludur. Sosyalizm koşullarında işçi sınıfı içindeki katman farklılıkları uzlaşmaz değildir, üstelik sosyalizm koşullarında her türlü toplumsal çelişkiler azaldığı için, yok olmaya gittiği için, birey iradesi ile kolektif örgütlü irade arasındaki birlik gelişir, pekişir.

Bireysel irade vardır, ama kolektif irade ile mutlak çelişki halinde değildir. Onunla uyumlu olarak vardır. Sınıf farklılıkları ve çıkarlarının yansıması olarak ortaya çıkan çelişkiler vardır. Bunlar sınıf temelleri ile ele alınır ve değerlendirilir. Burjuva ideologları, bireyi sınıf temelinden kopararak ele alır ve soyut bir birey iradesi ile gerçekleri gizlemeye çalışırlar.

Sosyalizm, bir avuç sömürücü asalağın çıkarları temelinde var olan, başkalarının ezme ve yok etme üzerinde yükselen burjuva rekabetçiliği karşısına, “milyonlarca emekçi kitlesinin azami aktivitesi”ni çıkarır ve kolektifin çıkarlarına dayanır. Kitlesel sosyalist yarışma, “bürokratik köstekleri parçalama, kitlelerin yaratıcı inisiyatifinin geliştirilmesi için geniş bir faaliyet alanı yaratma, toplum -düzenimizin bağrında yatan fevkalade -büyük rezervleri ortaya çıkarma”nın ve  “sosyalist insanın komünist yöntemidir.”

Stalin yoldaş sosyalist yarışma ile burjuva rekabeti karşılaştırırken şunları söyler: '' Rekabetin ilkesi: bir tarafın yenilgi ve ölümü, ötekinin ise zaferi ve egemenliği.  Sosyalist yarışmanın ilkesi: Genel bir gelişme sağlamak için, ilerlemiş olanlarının geride kalanlara dostça yardım etmesi. Rekabet derken: Egemenliği sağlamak için geride kalanları tepele. Sosyalist yarışma derken: Bazıları kötü, bazıları iyi, bazıları ise daha iyi çalışıyor. En iyilere yetiş ve genel bir gelişme sağla. Sosyalist dayanışma sayesinde milyonlarca emekçi kitlesini saran eşi görülmedik üretim coşkusu da aslında bununla açıklanır''. (Stalin, Eserler c. 12 İnter Yayınları)

Komünist hareket her alanda olduğu gibi, kolektif çalışmada öncü rolünü bu ilkeyi, en başta kendi bünyesinde sindirip uygulayarak oynar. Bütün üye ve adaylar ve hatta örgütlü sempatizanlar bütünsel parti kolektivizmi ruhu içinde eğitilmeli, derin bir yoldaşlık bağı ile birbirine bağlanmalıdır.

Parti en aşağıdan, en üste bütün kolektif organlarının organik bir toplamıdır. Kolektif organ olarak, parti, aynı zamanda kolektif beyindir. Bütün organların ve beyinlerin sistematik bir iş bölümü içinde tek amaç olan komünizme varmak için düşünmek ve mücadele etmektir. Bilgi ve deneyim birikimi, bütün tarihsel sürecin kolektif ürünüdür. Yeni başlayan hiç bir komünist, sıfırdan başlamaz, bu tarihsel birikime dayanır ve ilerler. Kolektivizm işbölümüne dayanır. Bu ikisi birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdır.

Birbirlerinin karşısına konamaz. Sorun sık sık rastlanan aralarındaki dengenin iyi kullanılamamasındandır. Her defasında birinin çarpık öne geçirilmesidir. Bazen herkesin aynı işi yapması, ya da kişinin her işe koşturması, bazen herkesin kendi işine dalıp etrafını, alanını tüm partinin sorunlarını düşünmemesi şeklinde görülür. Birinci ilkel çalışmayla, uzlaşmadan uzaklaşmayı gerektirir. İkincisi darlaşmayı ve federalizmi geliştirir.

Sorun, tüm sorunlar hakkında organlarda kolektif tartışma, fikir üretme ve ortak iradenin oluşturulmasıdır, kolektif denetimidir. Her bir yoldaşın ya da organın bir alanda gelişmesi ve uzmanlaşması gereklidir. Bu uzmanlaşma organın kolektif etkinliği ile birleşmelidir.

Her bir alandaki gelişme birbirlerini etkilemeli, geri kalanları ileri çekmelidir. Farklı işleri yapan organların üyeleri, bütünsel bir çalışmanın aynı hedefi vuran güçleri olarak tüm bir bilgi ve deneyimi tek bir potada eritmeli ve geliştirmelidir.

Kolektif çalışmanın en etkili araçlardan birisi, organlarda teori ile pratik sorunlar üzerine yapılan tartışmalardır. Organ gündemlerine hazırlıklı gelmek bunun ilk şartıdır. Açık ve somut hedefler için oluşturulacak fikir ve kavramlarda, kolektif irade ne kadar yükseltilirse organ ve bireyin etkinliği de o kadar yükselir. Kafası açık gerçekten ikna olmuş organ ortak iradesini arkasına almış, her kadronun aktivitesi artacaktır. Tartışmalara gösterilen ilginin düzeyi her kadro ve sempatizanın sorunlara gösterilen ilginin bir yansımasıdır. Her yoldaş kolektif organın çalışmasının etkinliğinin arttırılmasının yolunun, bireyin önceden hazırlık yapmasından geçtiğini bilmelidir. Organ toplantılarına hazırlıklı gelmek, mutlaka yerleştirilmelidir. Önceden belirlenmiş gündem maddeleri üzerinde üyeler yeterince araştırma yapıp fikir oluşturmamışsa, kolektif tartışmalar olmayacak ya da zayıf kalacaktır, nitekim öyle de olmaktadır. Gündeme yeni öneri yapan yoldaşlar, önceden organ üyelerini bilgilendirmeli, diğer yoldaşların hazırlıklı gelmesini sağlamalıdırlar. Elbette gündeme yeni öneri yapan yoldaşlar her şeyden önce kendileri öneri üzerinde fikir oluşturup hazırlık yapmalıdırlar.

Konferans hazırlıkları gibi özel dönemlerini dışta tutarsak -ki bu dönemlerde kaçınılmaz olarak nispeten daha iyi olunur- teorik siyasal sorunların tartışılması, yönetici organlarımız dahil, organlarımızda zayıftır. Siyasal durumun tahlili ve görevlerimizin perspektifi üzerine yayın organlarımızda çıkan tespitler bireysel okumalarla kalmamalıdır. Organlarda mutlaka tartışılmalı, alanın sorunları ile birleştirilmelidir. Benzer çabalar halen zayıftır. Aksi halinde, önderlikten en dip örgütümüze kadar, örgütün kolektif dikkatini, görevlerimize çekemeyiz. Tüm örgütün dönemin temel görevleri üzerine düşünmeye ve aktivitesini arttırmaya ne kadar çekersek, tüm örgütün ortak iradesinin aynı hedeflere vuruş etkisini o kadar sağlar, başarı oranını artırırız. Aynı konuda her bir bölgedeki örgütü, aynı şeyi söyleyen ya da uyum gösteren örgütün ortak siyasal iradesi ve ortak örgütsel ruhu zayıftır anlamına gelir .Bu alanda attığımız adımlar istenilen düzeyde olduğu söylenemez..

Yalınız kendi alanına ilişkin değil, çalışma alanının bütünü hakkında kafa yormak, gelişmeler hakkında bilgi toplamak ve denetlemek her kadronun doğrudan görevidir. Her aksamada, sorumlu olarak kendisini de görmek ve organı harekete geçirmek yakınmalara karşı panzehirdir. Hesap vermek ve hesap sormak organı çalıştırmakla olur. Tüm duyargalar harekete geçirilmelidir. Birinin görmediğini öteki görür.

Önümüzü, arkamızı, sağımızı, solumuzu, yakını, uzağı görmenin yolu, en alttan en üste kolektif denetimi geliştirmektir. Örgüt içi proleter demokrasi geleneğimiz buna son derece elverişli bir ortam yaratmaktadır. Yeter ki kolektif denetimi geliştirmenin yöntemlerini iyi uygulayalım. Kolektif çalışma ve denetim, sadece organla sınırlı değildir.

Her organ, örgütün organı ile bütünlüğü içinde bir yerde olduğunu ve örgütün tüm teori ve pratik sorunları ile ilgili olduğunu, her üyenin bu alanda aynı haklara sahip olduğunu bilmeli ve sindirmelidir. Her adımda, her işte, tüm parti örgütün genel gelişimi içindeki yerini unutan, tüm parti örgüte katkıyı gözetmeyen bir organ ya da parti üyesinin kolektif komünist bilinci ve alışkanlığı zayıf demektir. Partinin sorunları bizim sorunlarımızdır, partinin geleceği bizim geleceğimizdir. Bunlar karşısında kayıtsız kalmak düşünülemez.

Örneğin, örgütün ciddi bir mali kriz yaşadığı ve bunun acil çözüm olarak kendisini dayattığı koşullarda tüm İnşa çapında her yerde, kolektif fikir oluşturma çabası, komünistlerin geleceği ile ilgili büyük önem taşır. Ve iradenin oluşmasına en yüksek katkıda bulunur. Açıkçası, kendi konumumuzu bütün içinde değerlendirmeliyiz.

Önderlik düşünür ve fikir üretir, biz uygularız ve nasıl olsa ilgili olanlar düşünmüştür, pratik tutumu ve kayıtsızlığı bizi mahveder. Elbette hatalar bu boyutta ve çıplaklıkta kendisini dışa vuruyor. Birçok kez alt organlara ilişkin denetimi, hatta katılım olmadan yapmadaki, yetersizlikleri, ilgisizlikleri, hatta organ toplantılarını aksatmaları, üstü bekledikleri görülmeyen zaaflar değildir. Her organ üstün katılımı olmadan toplantılarını düzenleme, gündemlerini tartışma, işlerini planlama ve denetleme alışkanlıklarını edinmelidir. Organ inisiyatifi böyle gelişir, iyi bir örgüt işleyişi böyle olur.

Küçük burjuva örgütlerin deneyleri; gösteriyor ki, kolektif çalışma, alttan denetim yerine, üstün kayıtsız koşulsuz egemenliği, önderliğe körü körüne bir bağlılık, en alttan en üste birbirine hesap sorma ve hesap verme yerine, hesap vermeden azade kılınmış üstün yönetimi altında her şeyin yönetilmesi, kolektivizmi öldürür. Örgütsel yozlaşmayı ve çürümeyi kaçınılmaz kılar. Bırakalım önderliklere, tüm örgüte bireyin egemenliği, Leninist demokratik-merkeziyetçilik olarak sunulur.

Oysa örgütümüzde ve tüm komünist partilerinde önderlik, örgütün kolektif iradesinin en seçkin temsilcileri delegeler seçer, en ileri kadrolarından oluşturulur ve önderlik kolektif tarzda çalışır. Bu sıkı merkeziyetçilikle, en iyi demokratik işlerlik ile el ele gider. Örgütsel geleneğimiz ve yapımızın kolektif denetimi için, son derece elverişli olması, kolektif çalışmanın son derece gelişkin olduğu anlamına gelmez. Bu alanda tartışmasız üstünlüğümüz ve eksikliklerimizi görmeyi önlemez.

Kolektif organ raporlarının sürekliliğin sağlanamaması, buna en bariz diğer bir örnektir. 

Raporların hazırlanmasındaki aksamalar yada hiç hazırlanmaması yanı sıra, raporların onayındaki kolektif çaba bazı alanlarda daha çok bazı alanlarda daha az olmak üzere zayıflıklar taşımaktadır. Organ raporları, yalnız bireylerin çalışmalarını değerlendirdiği, ya1nız bireylerin görüşlerinin toplandığı belgeler değildir.

Çalışmalar hakkında ortak sonuçlar çıkarıldığı, ortak hedefler belirlendiği, platformlar olarak kolektifin iradesini yansıtmayı esas almalıdır. Organların kolektif kararları tüm üyeleri bağlar. Azınlık çoğunluğa tabidir. Sorunların tartışılıp karara bağlanması, görevlerin sınırlarının netleştirilmesi ve görevlerin uygulanmasında kolektif disiplini pekiştirir. Bireysel kaçamakları ve aksatmaları zorlaştırır. Her üye organ kararlarını uygulamakla yükümlüdür. Aynı zamanda, başkalarının da uygulayıp uygu1amaadığını denetlemekle görevlidir.

Kolektif organ çalışması geride kalan yoldaşlara yoldaşça elin uzatılmasına olanak verir.

Yalnız kendini düşünen, organını ve yoldaşlarını geliştirmeyi yeterince düşünmeyen yetenekli biri nasıl bir komünisttir? İyi bir komünist kadro, başkalarına verir, onlardan alır. Komünistler arası: ilişkide değiştirme, dönüştürme ve ilerletmede esas olan öğretme, eğitme, yapıcı eleştiri ve özeleştiridir. Kolektif Çalışmanın zengin deneyimleriyle birleştiğinde, bugün yeni ya da geri olan birçok yoldaşın gelişeceğini görürüz. Kadroların ezici çoğunluğu emekçi kesimlerden gelmektedirler.

Düzenin kör baskısı altında insanların beceri ve yeteneklerinin nasıl törpülendiğini, gizli kaldığını çok iyi biliyoruz. Örgütün gelişkin yoldaşlık ilişkileri, yardımı ve özgür atmosferi altında gelişme tamamen mümkün olmaktadır. Kolektif çalışma, kişiye bu zengin zemini verir.

Kolektif denetim ve hesap vermekten rahatsız olan ya da bundan kaçan biri, küçük burjuva bireyciliğinden yeterince arınmamış demektir. Oysa biz, en sıradan taraftarımıza dahi, en yüksek görevlilerimize hiç bir sınır tanımadan haklı eleştirilerini yöneltme ve denetleme olanağı veririz. Hiç kimse eleştiriden azade değildir. Kitlelerin düşüncelerine, eleştirilerine değer vermek, onlardaki bu olumlu yanı geliştirmek, örgütsel normumuzun gereğidir.

Dahası, komünistlerin her zamanki üstünlükleridir.

Kitle kolektifinden gelen her eleştiriyi değerlendirmek ve sonuçlandırmak, komünist ve devrimci kitlemize haklı bir güven verir. Kitle eleştiri ve denetiminin olmadığı bir örgüt mücadeleden kopmuş demektir.

Kitlelerden yanlış eleştirilerin gelmesi ya da gerici baskıların gelmesi, bizim bunlara karşı mücadele ve onları ikna etmemizi gerektirir. Yoksa onların eleştiri ve denetiminden soğumayı değil. Kitlelerden her yabancılaşma, bürokratizmin ve kibirliliğin gelişmesini getirir. Komünist örgütümüzün deneyimi, diğer komünist hareketlerin ve uluslararası komünist hareketlerin deneyimleri bize zengin bir materyal vermektedir. Yeter ki bunlardan yararlanmasını bilelim.

Tüm insanlık, insanlığın yarattığı kolektif deneyimler üzerinde yükselir. Aynı ilke, komünist hareket için de geçerlidir. Her şeye sıfırdan yaşayarak öğrenmeye kalkmaya insan ömrünün yetmeyeceği gibi, ilkelliktir de. Yalnız bir- birimizden değil, kolektif tarihimizden öğrenmek, bizim hazır cephaneliğimizden yararlanmak demektir.

Genellikle bir önceki organ çalışmalarının deneyimlerinin sonuçlarını ancak hafızalarda kalan kalıntılarla öğreniriz. Organların çalışmalarının kararları ve deneyimlerini yazılı belgeler haline getirmedeki ilkelliğimiz devam ediyor. Şimdi bunları aşmak için, örgütsel yapımızda düzenlemeler yapıyoruz. Örgütümüz bu perspektifleri sunmuş bulunuyor. Görev, bu perspektifleri bütün  kolektivizm bilinçleri daha da geliştirir, örgütün bütünsel etkinliğini arttırır. Esas yoldaşların olduğu organlarda ve çeper örgütlerde, kolektif biçimde tartışmak ve uygulamayı eksiksiz tamamlamaktır.

Yüksek bilinç ve gönüllülük, berrak bir kavrayışla birleşmiş, olan yalnız parçada değil, genelde gelişmeyi sağlamaktır. Parçada her ilerleme bütünde yayımlanır. Bütünden geri kalan her parçayı bütüne yaklaştırmaktır. Her zaman genelin çıkarını ön planda tutmalıdır . Hep kendi alanını düşünen, hep en iyisini kendisine isteyen, başka alanların eksik ve hataları ile zevkle alay eden, kendi küçük başarılarını olduğundan fazla büyük gösteren anlayışlar, her ne kadar tehlikeli ve bize yabancıysa, kendi başarılarının bütünün başarılarına yapacağı katkıya kayıtsız kalan ya da öyle bir derdi olmayıp, kendi hata ve eksikliklerini genelde görülenlerle mazur gösteren, giderilmesini bekleyen gizli ya da açık anlayışlar da bize o kadar yabancıdır.

Tüm yoldaşlarımız elbirliği içinde kolektivizmi yükseltmeliyiz. Bireysel inisiyatif ve atılım, kolektivizmin zenginliğinde gelişecek, kolektivizmin dinamiği rolünü oynayacaktır .Herkesin bir organ ile ilişkileri içinde görevlerini başarı ile yapması toplumsal deneyleri artırır.Zengin ve canlı bir tartışma, yüksek fikir etkinliği, ortak hedefe aynı anda vuruş. Tüm kolektifler görevlerini buna göre kavramalı ve devrimci etkinliğini artırmalıdır.

Kaynak: Halkın Birliği’nin Ekim / Kasım 2013 7. sayısından alınmıştır.

PERVİN BULDAN KATİLLERİN YÜZÜNE BAKMADI

BDP’den Pervin Buldan bugün katıldığı duruşmada Twitter’a “Ayhan Çarkın ve Ziya Bandırmalıoğlu aynı zamanda Savaş Buldan’ın da katilleri. İlk defa eşimin katilleriyle yüzleşeceğim. İçimde fırtınalar kopuyor” diye yazdı.

Altındağ İlçe Nüfus Müdürü Abdülmecit Baskın'ın öldürülmesine ilgili davanın ilk duruşması bugün görüldü. Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada konuşan sanık Ayhan Çarkın, Baskın’ı öldürme emrini İbrahim Şahin’in verdiğini söyledi, öldürenlerin isimlerini saydı.
Eski Özel Harekatçı Çarkın, cinayetlerin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararıyla işlendiğini de ekledi. Çarkın, “Abdülmecit Baskın'ın PKK'lilere kimlik sağladığı gerekçesiyle infaz edildiğini” söyledi.
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Iğdır Milletvekili Pervin Buldan da bugünkü duruşmaya katıldı. Buldan’ın eşi Savaş Buldan da 2 Haziran 1994’te İstanbul’da kaçırıldı, 4 Haziran’da Bolu'nun Yığılca ilçesi Yukarıkaraş köyü yolunda ölü bulundu. Savaş Buldan da aynı ekip tarafından öldürülmüştü. Buldan bugünkü duruşmada Twitter hesabına şunları yazdı:
“İçimde fırtınalar kopuyor”

* Mehmet Ağar bugün, Altındağ Nüfus Müdürüyken katledilen Mecit Baskın olayından yargılanacak. Adliyedeyiz.
* Duruşma henüz başlamadı. Bu davadan tutuklu bulunan Ayhan Çarkın ve Ziya Bandırmalıoğlu'nu bekliyoruz. Bu iki isim aynı zamanda Savaş Buldan’ın da katilleri. İlk defa eşimin katilleriyle yüzleşeceğim.
* Ayhan Çarkın ve Ziya Bandırmalıoğlu geldiler. İçimde fırtınalar kopuyor.
* Korkut Eken ve Ercan Ersoy da burada. Tam bir katiller serisi.
* Ayhan Çarkın savunma yapıyor ve ağlıyor: "Güneydoğuda onurlu, namuslu misafirperver bir halk olan Kürt halkıyla tanıştım."
* Ayhan Çarkın: "Bize onları terörist olarak tanıttılar. İki tarafın anasını ağlattılar. Askerin de, dağdakilerin de.”
* Ayhan Çarkın: "Kendilerini korudular. Lanet olsun böyle polisliğe. Ayaklarımıza kadar pisliğe batmışız.”
* Onların yüzüne bakabilir miyim diye çok tedirgindim. Evet bakabildim. Hepsinin yüzünü tek tek inceledim. Ama onlar benim yüzüme hiç bakamadılar.
Ağar duruşmaya gelmedi

Davanın bir numaralı sanığı Mehmet Ağar sağlık gerekçesiyle aldığı raporu avukatı aracılığıyla mahkemeye göndererek duruşmaya katılmadı. Başka bir davadan tutuklu bulunan İbrahim Şahin de duruşmada yoktu.
Diğer sanıklar Mehmet Eymür, Korkut Eken, Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ercan Ersoy, Seyfettin Lap, Ahmet Demirel, Ayhan Özkan, Uğur Şahin ve Ziya Bandırmalıoğlu duruşmadaydı. Duruşmaya ayrıca Abdülmecit Baskın'ın oğlu Eren Baskın ve avukatı katıldı.

“Kürt toplumu baskı ve zulüm gördü”

Çarkın duruşmada verdiği ifadesinde özetle şunları söyledi:
“Güneydoğuda görev yaptığım dönemde tertemiz bir halk gördüm. Namuslu olan Kürt toplumu baskı ve zulüm gördü. Karşımıza bölücü ve yıkıcı olarak getirildi. Halkına dışkı yediren zulüm eden zihniyetin cumhuriyetle alakası yoktur.
Bu zihniyetin hesap sorulması gerekiyor.”
“İbrahim Şahin bize Abdülmecit Baskın’ı gözaltına almamız talimatını verdi. Ben ve Oğuz Yorulmaz gidip hukuk müdürlüğünde Baskın’ı teslim aldık. Sonra orada bekleyen diğer özel Harekatçı arkadaşlara teslim ettik. Daha sonra biz daireye döndük.”

“Geldiğimizde İbrahim Şahin ‘siz niye onlarla gitmediniz’ diye sordu. Bunun üzerine biz de diğer o polislerle buluştuk. Gittiğimizde Baskın’ın öldürüldüğünü gördük. Bu cinayete tepki gösterdim. Bunun üzerine İbrahim Şahin ‘MGK kararları var onlar doğrultusunda yapılıyor bu işler, beğenmeyen gitsin’ dedi.”
“93-95-96 yıllarında görev yapan bütün özel harekatçıların tamamının burada şüpheli olması lazım. ‘Devlet rutini dışına çıktı’ diyen Demirel ve Kürt işadamları listesiyle ilgili olarak da Çiller’in burada yargılanması gerekir.”

“Ben Ayhan Efeoğlu olayından sonra tiksindim. Ayhan Efeoğlu’nun cesedini Ayhan Özkan ile birlikte kendi ellerimizle gömdük. Ayhan Özkan mezarın üzerinde zıplarken ben de başında Fatiha okuyordum.”

"Emekli Memur" Eken

Çarkın, itirafları ile soruşturmanın başlamasına neden olmuştu. Ancak daha sonra Çarkın, bu itiraflarını hatırlamadığını söyledi.
“Bugüne kadar faili meçhul cinayetlerle ilgili itirafta bulundum. Ama sadece ben tutuklandım. 2.5 yıldır tutukluyum. Benim itiraf ettiğim cinayetlerle ilgili diğerleri ise dışarıda. Ben konuşuyorum ben yatıyorum cezaevinde. Hatırlamıyorum, dediğim o ifadeyi de de bu nedenle verdim.”
Eski Özel Harekatçı Korkut Eken, kimlik tespiti sırasında "Ne iş yapıyorsunuz?" sorusuna "Emekli memurum" yanıtını verdi.

Duruşmayı izleyen Pervin Buldan da “Emekli katil” dedi.

Ne olmuştu?

Savcı Mustafa Bilgili’nin yürüttüğü soruşturma, Ayhan Çarkın’ın itiraflarıyla başladı.
Dönemin Altındağ Nüfus Müdürü Baskın’ın 30 Eylül 1993 tarihinde kaçırılıp, Gölbaşı-Haymana Yolu yakınlarında öldürülmesine ilişkin iddianame düzenlendi. İddianamede, Baskın cinayetinin, Mehmet Ağar’ın bilgisi, İbrahim Şahin’in talimatıyla özel harekatçılar tarafından işlendiği iddia ediliyor.
Davada Mehmet Ağar’ın yanı sıra dönemin Özel Harekat Daire Başkanvekili İbrahim Şahin, eski MİT yöneticisi, emekli Yarbay Korkut Eken ile özel harekat polisi Ayhan Çarkın’ın da aralarında bulunduğu 12 sanık yargılanıyor.

İddianamede, şüphelilerin, “Suç işlemek amacıyla kurulan silahlı örgütün faaliyetleri çerçevesinde, insan öldürme suçundan” ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmaları isteniyor. (AS)

İZMİR POLİSİNDEN "KÜRT VE ALEVİ ÖĞRENCİ " FİŞLEMESİ

İzmir’de polis okullara giderek Alevi ve Kürt olan ortaokul öğrencilerinin isimlerini istedi. Eğitim-Sen’den Tunalı “Polis rehber öğretmenlere, öğrencilerin suça bulaşmaması için aileleriyle görüşeceklerini söyledi” dedi.

İzmir polisi, ortaokullardaki rehber öğretmenlere giderek “Kürt ve Alevi öğrencilerin isimlerini vermelerini” istedi.
İzmir Eğitim-Sen 1 Nolu Şube Başkanı Abdullah Tunalı, bianet’e yaptığı açıklamada, üyelerine mesaj göndererek öğrencilerin isimlerinin polise verilmemesini tavsiye ettiklerini söyledi.

“TİKKO ve PKK’yi destekliyorlar”

İzmir Emniyet Müdürlüğü pilot il olarak seçilen İzmir’de “okul polisi” adı altında bir uygulama başlattı. Uygulamanın gerekçesi, “okuldaki şiddet olaylarının önüne geçmek.” Tunalı, bu uygulama kapsamında sivil giyimli polislerin okullara girip rehber öğretmenlerle görüşmeler gerçekleştirdiğini söyledi, Kürt ve Alevi öğrencilerle ilgili son gelişmeyi de şöyle aktardı:
Okul polisi Eski İzmir, Yurtoğlu, Limontepe bölgesindeki okullara giderek okul idarecileriyle görüştü ve düzenlenecek bir yemek organizasyonu için okuldaki Alevi ve Kürt olanlardan beş öğrencinin ismi istedi. Okul idarecileri ve öğretmenler bu isteğin nedenini sorduğunda polisler şu açıklamayı yaptı: ‘Gezi direnişinde Aleviler ön plana çıktı, TİKKO ve PKK’yi destekleyip bölücülük yapanların içlerinde Aleviler var bu nedenle ismi istenen çocukların ailelerinin kapılarına gidilecek, bu ailelerin çocuklarının suça bulaşmalarını engellemek için sunum ve seminerler, etkinlikler düzenlenecek.’”

Konuyla ilgili bir basın açıklaması da yayınlayan Eğitim-Sen, “Bu yaklaşım uzunca bir süredir farklı kimlik ve inançlara sahip kişi ve kesimleri potansiyel suçlu görme ve onları fişleme anlayışının son örneğidir” dedi.
Abdullah Tunalı bu olayla ilgili başta Çocuk Şube Müdürlüğü olmak üzere yetkilileri göreve çağırdıklarını, bunun bir fişleme faaliyeti olduğunu ifade etti.

Emniyet: Meslek etiğine uygun değil

İzmir Emniyet Müdürlüğü yetkilisi ise konuyla ilgili bianet’e yaptığı açıklamada, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, “meslek etiğine ve alışkanlıklarına uygun olmadığını” söyledi. Yetkili, okullardan böyle bir isteğin gerçekleşmiş olması halinde Eğitim-Sen’in açıklamasının da suç duyurusu kabul edilerek konunun adli makamlara intikal edeceğini belirtti. (AS)

Kaynak ; bianet.org

26 Kasım 2013 Salı

Link

MARDİN 1915! BİR PATOLOJİK YIKIMIN ANATOMİSİ ( Ragıp Zarakolu )

Geçen yıl Hrant Dink Vakfının düzenlediği ‘Mardin Konferansı’ için Mardin’e gitmiştik. Hem konferansı izledik, hem de çevredeki kadim Süryani kilise ve manastır harabelerini fotoğrafladık eşim Katherine Holle ile birlikte.
Bir ‘hoşgörü’ örneği olarak sunulan Mardin Artuklu Üniversitesi, bu konferansa ev sahipliği yapmaya cesaret edememişti.
Mardin’in, Antakya gibi, farklı inançların bir arada yaşadığı bir ‘ideal hoşgörü merkezi’  olduğu saptaması, resmi makamlarca, biraz da inanç turizmini desteklemek amacıyla nicedir pompalanmaktadır. Ama her nedense, çizilen bu ideal tabloda Ermeniliğe yer yoktu.
Her iki örnekte de. Bu nedenle her iki kente ilişkin ilk araştırmalar da olabildiğince “Ermenisizleştirilmeye”  çalışılıyordu. Anlaşılan ‘hoşgörü’ de, ‘tolerans’ da Ermeniliği kapsamıyordu. Aslında İslami söylemde, bu kavram daha çok ‘tahammül’ sözcüğü ile ifade edilir. Sonuç olarak, “Ermeniliğin” tahammül  ötesi bir şey olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle belki de, Mardin Artuklu Üniversitesi, böylesi bir konferansa ev sahipliği yapmayı, ‘tahammül’ ötesi bulmuştu. Mardin, bazı sırlarla dolu bir kenttir ve Türkiye elitinde Mardin’in önemli bir konumu vardır. Ve Osmanlının, ‘devşirme’ sisteminin, özellikle adli kurumlarda, sağ  kalan yetimler üzerinden iz bıraktığı belirtilir. Bu kentte insanlığa karşı bir suç işlendi, ve kimi Mardinliler bundan nemalandı. Sürgün kafilelerinin Mezopotamya topraklarında bir buz kitlesi gibi erimesini pek de tepki duymadan izlediklerini, Prof. Gaunt, çok etkileyici bir biçimde aktarmıştı konferans sırasında. Ve bu kafilelerde kıyılanlar Hıristiyanlığın her türünü kapsamaktaydı.
Ezidi aşiretleri, Ermeni çocuklarını biraz da para ödeyerek sahiplendiklerinde, aralarında yaşı biraz büyük olan, kafasına tam kurşun sıkılacakken, bir Alman subayının ortada olmasından tereddüt eden ‘sniper’ın duraklamasından yararlanan annesinin onu çekip alması ve kafileye katması sayesinde sağ kalan bir Ermeni genci de vardı. Sonra pişman olan İttihatçılar
Ezidilerden çocukları geri vermesini isteyecek, onlar reddedince de Sincar Dağlarını bombalayacaklardı.
Bu genç Mezopotamya’da nice maceradan sonra Mardin’e döner ve orada yine sağ kalmış bir yetimle evlenir. Bu genç kız, bebekliğinde, annesinin öldürülüp atıldığı çukurda yeni doğmuş vaziyette ağlarken, Amerikalı bir rahibe tarafından kurtarılmıştır. İşte bu genç, son Mohikan gibi Mardin’de yaşama tutunmaya çalışır. Ailenin muhteşem konağı artık Mardin’in yeni güçlü eşrafının elindedir. Bu son Mohikan, ‘50’li yıllarda artık nefes alamaz hale gelir ve İstanbul yollarına düşerken, verimli ovada son kalan topraklarını, kentin mütegallibesine bırakmasındansa, hiç pahasına Kürtlere bırakmayı tercih eder.
Oğlu; babasının, sanki gökyüzünde yüzmekte olan bir adaya benzeyen kentten ayrılırken ki son bakışını ve ağlayışını asla unutamaz. Ve kendini Mardin’in tarihine adar. Mardin Konferansının kentin dışındaki bir lüks otelde yapılmak zorunda kalınması, bu kentin üniversitesinin bir ayıbı olarak tarihe geçer.
Mardin’de içimi kaldıran olaylardan biri de, Midyat’ta turistik amaçla yenilenen ve bir Orta Çağ şatosunu andıran, otel ve restorana dönüştürülen bir yapı da yediğimiz akşam yemeği olmuştu. Tonozlu penceresiz yemek yenen mahallin yanlarında olan dehlizlerden, çevreleyen odalara geçildiğinde bazı mezarlarla karşılaşacaktım. Ve bunların Süryani azizlerine ait olduğunu öğrenecektim. Bu artık sözcüklerin yeterli olamadığı bir andı. Mideme kramp girecekti. Bu şatoyu 1915’te bölgeden ayrılan Süryani sahiplerinin, kendilerini Kürt aşiretlerinin saldırılarına karşı koruyan, iki kişiye ve ailelerine, bir teşekkür babında bırakıldığını söyleyeceklerdi bana.
Kültürlü bir ailenin, o mezarların olduğu binayı, hiç olmazsa bir müze olarak korumaya almasını, orada restoran açmamasını beklerdim. Konferansı düzenleyenlerin de, nerede yemek yeneceğini biraz olsun araştırmalarını…
Bütün bunları bana değerli Mardinli araştırmacı dostum Tomas Çerme ve onun gibi bir arşiv kurdu olan dostum Sait Çetinoğlu anımsattı. Hep birlikte, yıllardır Fransız Tarihçi Dr. Yves Ternon’un, “Mardin 1915 / Bir Yıkımın Patolojik Anatomisi” (*) adlı önemli çalışmasının tercümesi ve ek belgelerle zenginleştirilmesi ile uğraşıyorduk. Şükürler olsun o da çıktı.
(*) Dr. Yves Ternon, Mardin 1915 / Bir Yıkımın Patolojik Anatomisi, 660 sayfa, Belge Yayınları, İstanbul Kasım 2013

SİTEDE ARA